basın
KENDİLERİNİ BULMAK
Maxim Vengerov ve Ulucan Kardeşler / BSF 2018
İlk bakışta program biraz yanlışlıkla seçilmiş gibi görünüyordu. Festivalin 3 Nisan konserini Maxim Vengerov ve öğrencileri Liszt Ferenc Chamberorchestra eşliğinde seslendirdi. Daha sonra, her parçanın bilinçli olarak seçildiği ortaya çıktı ve sonunda halk tam bir memnuniyet içinde ayrıldı.
János Malina tarafından yazıldı.
Pesti Vigadó'da gerçekleşen konserin ilk bölümünde Brahms'ın paha biçilmez F minör piyano beşlisini (op 34) dinledik. Aradan sonra sadece transkripsiyonlar geldi: önce Mozart'ın iki keman için nadiren çalınan Do majör Konçertonu, ardından oda veya senfonik orkestra olarak çalışan Liszt Ferenc Chamberorchestra'nın eşlik ettiği üç romantik solo eser.
Konserin başlığını okuduktan sonra - “Maxim Vengerov ve Ulucan kardeşler” - programın neden bu kadar dolambaçlı olduğunu anlayabiliyoruz. Büyük Rus kemancı aynı zamanda kararlı bir öğretmendir. Bulgaristan kökenli üç Türk Ulucan kardeşten ikisi - kemancı-viyolacı Özcan ve piyanist Birsen, Vengerov'un daha önce Saarbrücken Müzik Akademisi'nde öğrencileriydi. Brahms parçasında üçü de Vengerov ve çellist Richard Rozsa ile çaldı. Özcan bu parçada ablası Ayşen'e ikinci keman bölümünü sunan viyolayı çalmıştır. Mozart'ta onlar - Ayşen ve Özcan solistlerdi. Ondan sonra ustalarının oyununun tadını çıkarabiliriz.
Brahms beşlisinin performansı ilk anda kafa karıştırıcı görünüyordu. Vigadó'nun kilise gibi akustiği mükemmel olmaktan uzaktır ve beş enstrümanın sesi biraz kaba ve atomize olmuştur. İlk bölümde sanatçılar akustik koşulları nasıl ele alacaklarını bilmiyor gibiydiler. Yorumlarının heyecan verici, inandırıcı ve güçlü olmasına ve Vengerov'un çalımındaki olağanüstü akıcılık veya Özcan Ulucan'ın ses yoğunluğu gibi bireysel özellikleri de hissedebiliyor olmamıza rağmen; yine de toplam etki oldukça gerçek dışı ve gölgeliydi. İkinci hareket bir dönüm noktasıydı - fiziksel engelleri nasıl aştıklarını hala anlayamıyorum. Sanırım bu bir tür içsel güç seferberliğiydi. Örneğin önceleri daha az duyulur görünen Richard Rozsa'nın ince tonlarda usta olduğu ortaya çıktı; ve Birsen Ulucan, zengin renkleri ve çalım gibi şarkı söylemesi harika bir yorum kaynağı olan birinci sınıf bir piyanist. Etkileyici, hatta dışa dönük yavaş hareketten sonra, esnek Scherzo bir atılımdı ve ardından tüm ihtişamıyla oynanan anıtsal son hareket geldi.
Vigadó'nun sırlarından biri, Liszt Ferenc Chamberorchestra sahnedeyken akustik problemlerin ortadan kalkması. Mozart Concertone'daki en ilginç şey, Ayşen ve Özcan Ulucan'ın birbirinden tamamen farklı iki müzikal ve ses karakterinin mükemmel bir şekilde bütünleşmesiydi. Ayşen kristal berraklığında sesi, müzikal anlatımın inceliği ve hafifliğiyle (ki bu önemsizlik anlamına gelmez) birleşiyor. Tipik bir kadın karakterdir - eğer bu kategori varsa. Ayrıca oyunculuğu, görünüşü ve karakteri Macaristan'da iyi tanınan Alina Pogosztkina'ya çok benziyor. Özcan, maskülen, karanlık ve dolgun bir ses kullanır; aynı zamanda ince ayrıntılara duyarlıdır ve müzikal ve teknik kontrolü mükemmeldir. İkili, yapıcı bir diyaloğun nadir bir örneğidir, mükemmel bir eşleşmedir. Orkestranın hafif, dengeli, kusursuz ve aşağıdaki parçalarda da düşünceli bir şekilde çaldığını söylememe izin verin, tüm deneyimin büyük bir avantajıydı. Concertone'da obuacı, Béla Horváth ve çellist Ottó Kertész ikincil bir solo rol aldılar, ancak performansları ana solo oyuncuların performansına eşitti.
Ardından Massnet'in Thais operasından ünlü Méditation'ı (Ágnes Polónyi'nin önemli arp solosu ile) dinledik. Sonraki iki parça Saint-Saëns, Havanaise op 83 ve Giriş ve Rondo capriccioso op 28'dendi. Her ikisi de ilham verici, mizah dolu, ancak bu müzik tüm programın müzikal düzeyine uymuyor. Gerçekten harika bir sanatçı olarak sihir yapabilen Vengerov'un performansının aksine: derin virtüözitesi ve parçaları yükseltmek için tefekkür etmesi, onu huşu içinde dinledik. Onun sayesinde sanat tapınağına götürüldük.
Vitrindeki Albümler
Ulucan Trio 'Manav/Sonmez/Genckal/Ravel: Piyanolu Üçlüler (Çagsav Music)
4 Aralık 2021
Bulgaristan’da sanat sevgisinin güçlü olduğu bir ailede doğan büyüyen Ulucan Kardeşler, klasik müzik çalışmalarına Şumen’de başlamışlardı. 1989 yılında aileleriyle birlikte Türkiye’ye göçen kardeşler, çalışmalarını önce burada, ardından İngiltere, Amerika ve Almanya’da sürdürmüşlerdi. Solistlik kariyerlerine hem birlikte hem de ayrı ayrı devam eden üç kardeş, ünlü müzisyenlerle çalışmış, konserler vermiş, uluslararası yarışmalarda ödüller kazanmıştı.
Kardeş olmanın avantajı onların müziklerinde her daim hissediliyor. Sanki aralarındaki gizli iletişim ağı bulunuyormuşçasına anlaşıyorlar. Onların solo, duo ve trio olarak oluşturduğu aile albümleri kuşağını iyi yansıtan yorumlar olmakla birlikte, iyi bir geleceğe sahip olduklarının da ipuçlarını taşıyor. Her biri yetenekli ve renkli karakterler; yanı sıra tutkulu ve keşifçi...
Özcan ve Birsen kardeşlerin çellist Ozan Evrim Tunca ile birlikte oluşturdukları Ulucan Trio’nun 2020 yılında çıkardıkları albüm, Doğu renklerini de içinde barındıran çağdaş müzik çalışmaları adına usta işi bir hamle. “Piyanolu Üçlüler” albümü, üç Türk (Özkan Manav, Özcan Sönmez ve Berkant Gençkal), bir Fransız (Maurice Ravel) bestecinin eserlerini trio formatına uyarlıyor.
Ulucan Duo - MOZART / DEBUSSY / STRAUSS (Çagsav Music)
4 Aralık 2021
Ülkemizde oda müziğinin ilk akla gelen isimlerinden Ulucan Kardeşler; Birsen, Özcan ve Ayşen Ulucan. Kardeşler, Franz Schubert, Franz Liszt, Fazıl Say, Zeynep Gedizlioğlu ve İnci Yakar’ın eserlerinden oluşan ilk çalışmaları “Bir Ağaç Gibi” albümünü üçlü formatta 2008 yılının şubat ayında kaydetmişti. Dinamik ve coşkulu yorumlarıyla dikkat çeken kardeşler, zaman içinde farklı kombinasyonlarla çalışmış, yeni kuşağın sesi olacak işlere imza atmış, yurtiçi ve yurtdışında başarılı konserler vermişlerdi.
Kardeşlerden ikisi, piyanist Birsen ve kemancı Özcan Ulucan, 2021 yılını Ulucan Duo adıyla yaptıkları güzel bir çalışma ile taçlandırıyor.
Büyük bestecilerin unutulmaz eserlerine (kuşağının ruhunu maharetle yansıttıkları için genç işi demekte sakınca görmediğimiz) yeni bir ruhla yaklaşan Ulucan Kardeşler’in son kayıtları klasik, romantik ve empresyonist dönemin üç bestecisine odaklanıyor. Wolfgang Amadeus Mozart, Claude Debussy ve Richard Strauss... Üç büyük bestecinin üç önemli sonatını içeren albümün özelliklerinden biri de, Strauss’un keman-piyano sonatının ülkemizde ilk kez kaydedilmiş olması.
Şiirsel bir anlatım; sanatsal açıdan parlak, ruhen derin ve samimi... Kayıtlar ise pırıl pırıl...
Ulucan Trio ve Yeni Ufuklara Doğru
Erol Köymen
2 Aralık 2020 / Sanattan Yansımalar
Bu yazıyı yazarken, kendimi biraz ilk adımlarını atan bir kedi yavrusu gibi hissediyorum. Öncelikle, size, okurlarıma ilk defa hitap ettiğim için. Ama, sadece size ilk defa hitap ettiğim için değil, ilk defa bir müzik eleştirmeni olarak parmaklarımı klavyenin üzerine gezdirdiğim için de biraz heyecanlıyım. Bir de şu var: ismim ve ailemin yarısı Türk olmasına rağmen, anadilim Türkçe değil, sonradan öğrendim Türkçeyi. Yani, bir kaç açıdan bir yenilik, bir deneysel çalışma olarak başlıyorum bu yazıya.
Ne şans ki böyle bir yaklaşım bu yazıda işleyeceğim Ulucan Trio Pianolu Üçlüler adlı yeni albüme çok yakışır. Bu albüm Ulucan Trio’nun ilk albümü olmakla beraber, hemen hemen her açıdan yenilikle iç içe. Albümde dört tane piyanolu üçlü yer alıyor: üç tanesi Türkiye’de çalışan oldukça genç, Özkan Manav, Özcan Sönmez ve Berkant Gençkal adlı besteciler tarafından son yirmi sene içerisinde bestelenmiş eserler. Dördüncü üçlü ise, parlak orkestrasyon kabiliyetinden dolayı mı, rafine melodilerinden dolayı mı bilmiyorum, ama benim kafamda her zaman belli bir tazelik hissi uyandıran Fransız besteci Maurice Ravel’den. Yani, Ulucan Trio müzisyenleri üç tane oldukça yeni eserin yanına varolan ama yine de uyum sağlayan bir eser koyarak hem çeşitli müzik materyelleriyle uğraşarak hünerlerini sergilemiş oluyor, hem de değişken ama aynı zamanda birleştirilmiş yeni bir albüm sunmuş oluyor.
Piyanolu Üçlüler albümüyle zaman geçirirken, tesadüfen yirminci yüzyıl Alman felsefeci, sosyolog, ve müzikolog Theodor Adorno’nun estetik teorileriyle ilgili bir kitabını okuyordum. Bilindiği üzere, Adorno, estetik özerklik çerçevesi içerisinde nesnel formlarla uğraşmayı, dünyanın gittikçe her tarafını fetheden kapitalist “kültür endüstrisi”ne karşı başvurulabilecek bir direnç ve yenilik kaynağı olarak değerlendiriyor. Bu yazıyı Adorno’dan ilham alarak ancak Adorno’nun oldukça karmaşık fikirlerine fazla girmeden ve albümün düzeninden yola çıkarak neredeyse teleskopik bir yaklaşımla şekillendirdiğimi söyleyebilirim.
Yazının ilk kısmında, icra kalitesinden ziyade eserlerin kendisine odaklanıyorum, çünkü Ulucan Trio üç çağdaş eseri yan yana koyarak, bestecilerin estetik nesnelerine üç farklı yaklaşım tarzını kıyaslama fırsatını bize güzel bir şekilde sunuyor. Bilinen bir eser olan Ravel’in triosunu albüme ekleyerek ise, kendi yorum kabiliyetini sergiliyor. Bu nedenle yazının ikinci kısmında perspektifi biraz genişleterek eserden ziyade Ravel triosuyla nasıl uğraştıklarına bakıyorum.
Bu yazıda, bestecilerin ve yorumcuların perspektifleri de tabii ki benim aracılığımla filtreleniyor, hem eserlerle ve yorumlarıyla, hem de yetişkin olarak öğrendiğim bir dilde yeni bir yazı tarzı ele alarak daha önce uğraşmadığım nesnel formlarıyla uğraşıyorum (kültür endüstrisine karşı bir adım atıp atmadığımı henüz saptayamadım). Bunların hepsinde amacım, şurası iyi şurası kötü diyerek bir uzman gibi değerlendirme yapmaktan ziyade, bu son derece keyifli albümle ilgili bazı fikirlerimi ve izlenimlerimi paylaşarak dinleyiciler için daha derin ve kafa yorucu bir tecrübeye yol açmak.
Perspektif 1:
Çağdaş Türk Oda Müziği ve Nesnel Forma Üç Farklı Bakış
Bu albümde sanki çağdaş Türk oda müziğinin küçük bir turu yapılıyor. Albümün keyfi albümdeki üç farklı bestecinin materyellerine üç farklı yaklaşımını kıyaslayarak çıkarılabilir. Özkan Manav’ın tek bölümlü Laçin adlı eserinin gövdesini, parçalanıp süslenmiş, yeni bir çerçeve içerisine koyulmuş Laçin adlı bir halk şarkısından ibaret olarak değerlendirirsek, Özcan Sönmez’in üç bölümlü eserinin “pastiş” yaklaşımı çerçeve içerisinde, bir halk şarkısı dahil olmak üzere, neoklasik Rus melodi anlayışı, izlenimci Fransız harmoni yaklaşımı, sonata form gibi çeşitli unsurlardan oluştuğunu görebiliriz. Berkant Gençkal’ın “Küpe ve Çocuk” adlı eseri ise, 19. Yüzyıl Alman yazarı Karl Georg Büchner’in “Wozzeck” adlı oynundan ilham alarak notalarla birbirinden çok farklı iki bölümde özgün bir tablo çizmeye çalışıyor. Yani, kısaca bu üç eserdeki üç farklı yaklaşım tarzını “bütünlük,” “pastiş,” ve “yansıma” olarak değerlendirebiliriz.
Albümü ilk dinlediğimde, en çok hoşuma giden eser kesinlikle Sönmez’in üçlüsüydü. Sönmez, çeşitli unsurları pastiş şeklinde yalın klasik formlara sokarak, oldukça cezbeden bir müzik sunuyor. Örneğin, 20. yüzyıl rus bestecilerini hemen akla getiren birinci bölümün birinci temasının enerjik, cıvıl cıvıl, ama hafif de kinayeli melodisini tatmin edici bir şekilde üç enstrümana sırayla dağıtıyor. Tekrarlamada, bu temayı kurnazca değiştirerek dinleyicinin ilgisini tutuyor. Üçüncü bölümdeki daha kromatik armoni dili de yeni bir soluk getiriyor. Yavaş ikinci bölümdeki temasını bir halk şarkısından alarak bambaşka bir hava yaratırken, yine de tematik ekonomisiyle esere uygun bir yaklaşım sergiliyor. Aslında, eserde biraz fazla tasarruf var: eserin üç bölümü toplam olarak aşağı yukarı sekiz dakika sürüyor. Sönmez, bir araya getirdiği tatmin edici temaları ve potansiyeli geniş klasik formları biraz daha verimli bir şekilde kullanamaz mıydı?
Sönmez, çeşitli unsurları sırayla, yalın bir şekilde kullanırken, Manav, tek bir halk şarkısından zengin, iç içe bir bütünlük yaratıyor. Youtube’da Laçin adlı azeri halk şarkısının daha geleneksel birkaç versiyonunu birkaç kere dinledikten sonra Manav’ın nesnesine karşı kullandığı yaklaşımı daha iyi anladım. Manav, eserin başlangıcı ve sonunda muammalı piyano akortlar üzerine semavi, aşağıya kayan yaylı çalgıların seslerinden ibaret bir “atmosfer” koyarak, aslında yeni bir bütünlük yaratıyor. Yani, Laçin halk şarkısını bir nesne olarak alıp kendi yarattığı bir çerçevenin içine koyuyor. O çerçeve içerisinde, Laçin temasını gererek, dağıtarak ve neredeyse noktacı bir teknikle Picasso gibi geleneksel temayı açıp yeni perspektifler sağlıyor, yeni bir bütünlük yaratıyor.
Albümdeki daha az sevdiğim bir eserden bahsetmem gerekirse, herhalde Gençkal’ın “Küpe ve Çocuk” eserini seçerdim. İlk bakışta Büchner’in aldatma ve ölümle dolu “Wozzeck” oyunundan ilham alması dikkatimi çekti, fakat Gençkal’ın yirminci yüzyılın önemli eserlerinden biri olan, seri teknikleri akımında yer alan Alban Berg’in aynı ismini taşıyan operasıyla hiç bir alakası olmadığını iddia etmesi sanki onu tehlikeli sulara itiyor. Özetle, Gençkal’ın versiyonu biraz banal duruyor.
Gençkal, CD kitapçığında, eseri birbirinden çok farklı iki bölüme bölerek, bir kontrast oluşturmaya çalıştığını söylüyor. Bir tarafta bunu beceriyor: birinci bölümde keman ve viyolonsel tarafından unisono sergilenen kıvrımlı, muammalı uzun melodiler, arpej şeklinde düzenlenmiş hafif kromatik, piyanoda çalınan armoniler üzerine gezerken, ikinci bölümde başlığındaki “çocuğu” göstermek için, tekrarlayıcı, vurmalı melodiler aksak ritimlerle kullanılıyor. Kesinlikle, birinci bölümdeki uzun melodilerin ve ikinci bölümdeki ritımlerin keyifli tarafları var, fakat eserin her iki bölümünde de bir yönsüzlük, amaçsızlık sezdim—sanki, olayları oldukça net olan Wozzeck hikayesinin şeffaf bir camdan filtrelenmiş bir yansıması gibi.
Perspektif 2:
Ulucan Trio’nun Ravel Yorumu
ve Öbür Dünyalardan Yansımalar
Birinci kısımda albümdeki üç çağdaş türk eserinde kullanılan
üç farklı yaklaşımı kıyasladık. Şimdi, perspektifimizi biraz
genişleterek dikkatinizi albümdeki dördüncü eserinin yorumuna
çekmek istiyorum. Ulucan Trio’nun Maurice Ravel’in La Minör
triosu yorumuna baktığımız zaman, müzisyenlerin kafalarını ciddi
anlamda yorduğu gayet açıktır. Ulucan Trio müzisyenleri, çeşitliliğiyle
neredeyse bir pastiş sergileyen Ravel’in bu müziğini analiz ederek
ve yorumlayarak, hem form açısından bütünlükler oluşturmaya
başarmış, hem de detaylarına odaklanarak farklı imgeleri çok rafine
bir şekilde yansıtmışlar.
Mesela, Ulucan Trio’nun Ravel’de bütünlüğü nasıl oluşturduğunu anlamak için, eserin üçüncü bölümüne dönebiliriz. Bu yavaş bölüm bir passacaglia: yani bütün bölüm tekrarlayan tek bir tema üzerine inşa ediliyor (bu anlamda, Sönmez’in triosunun halk şarkısını kullanan ikinci bölümüyle bir bağ kurulabilir). Bir piyano girişinden sonra, violonselci Ozan Evrim Tunca temayı kadife gibi, yumuşak bir sesle sunuyor. Sonra, bu tema keman ve piyano arasında paylaşılıyor. Benim betimlemek istediğim şey, müzikal gerilimi kontrol ederek müthiş bir mimarlık oluşturmaları. Örneğin, kayıtta 3:30 civarından itibaren âni bir piyano dinamiğiyle bir crescendo başlıyor ve bölümün zirvesine kadar devam ediyor. Dinamiği ve gerilimi böyle kontrol ettikleri için, dinleyecinin bölümü bir yay şeklinde algılamasını sağlıyorlar ve bölümün zirvesi çok dramatik oluyor. Dinlerken kendimden geçtim.
Fakat, ince detaylar da insanı kendinden geçirebilir. Form ve bütünlükten detay ve imgeye dönebilmek için, perspektifimizi birinci bölüme çevirelim. Ulucan Trio’nun ellerinde, bu bölümün birinci teması zarif ama hafif tereddütlü bir imge yansıtıyor. Bu ise, melodiyi bir ölçülük parçalara bölerek ve dinamiği kontrol ederek, yay şeklinde küçük söyleyişler haline getirmeleri ve bu kısa söyleyişlerin son notundan önce hafif bir nefes vermelerinden kaynaklanıyor. Nedense, bu temanın Ulucan Trio yorumunu dinlerken aklıma soluk pastel renklerle barok stilinde süslenmiş bir salonda tek başına dans eden bir balerindan ibaret bir imge geliyor. Fakat, birinci temadan sonra gelen heyecanlı geçişle bu imge siliniyor, yine olağanüstü bir detaylılıkla ikinci temaya yaklaşırken tempo yavaşlıyor, 2:05 civarında ikinci tema hemen çıkmadan önce müthiş, derin bir nefes alınıyor. Müzisyenler bu nefesin verilmesini ritardandoya dikkat ederek öyle sağlıyor ki, ikinci tema Özcan Ulucan’ın rafine keman sesiyle başlayınca, sanki bambaşka bir dünyaya, belki hafif sisli bir ormanın ortasındaki bir bahçeye gözlerimi yeniden açmış gibi hissettim. Kültür endüstrisi bir kenara, bu pandemi esnasında böyle detaylar önemli şeyler.
Bahçe derken, tabii ki her şey güllük gülistanlık değil. Örneğin, ikinci bölümünde kemanın spiccato tekniği bana biraz abartılmış ve sivri gibi geldi. Ya da, zaten daha ağır, orkestra gibi hava yaratan dördüncü bölümünün sonunda gelen koda kısmında, sanki biraz daha çabuk bir tempoyla daha hafif, esere daha uygun bir sonuç olabilirdi. Ama böyle şeylere “kusur” denemez, onlar da dikkatle hazırlanmış bir performansın üzerine tartışılabilecek konulardan.
Perspektif 3:
Yeni Ufuklara Doğru…
Tartışılabilir ve tartışılmalı. Kısa bir şekilde olsa da, bu yazıda sizinle Ulucan Trio’nun ilk albümüyle ilgili bazı düşüncelerimi paylaştım. Çağdaş Türk bestecilerin çeşitli nesnel formlara nasıl yaklaşıp yeni eserler çıkardığı, Ulucan Trio’nun Ravel’in oluşturduğu formları nasıl yeniden canlandırdığıyla ben de uğraştım, o çeşitli formlarla uğraşarak Sanattan Yansımalar’daki ilk yazımı şekillendirdim. Benim için bu formlarla uğraşmak ufuk açıcıydı. Artık teleskopik sırada sizsiniz. Benim şekillendirdiğim nesneyi size, okurlarıma bırakıyorum. Umarım siz de burada oluşturduğum formla uğraşır, Ulucan Trio’nun yeni albümüne dinleyip kendi fikirlerinizi benimle ve arkadaşlarınızla paylaşırsınız. Haydi, beraber yeni perspektiflerle yeni ufukları dinleyelim.
Ohri’de Türkiye’yi temsil edecekler
Birsen ve Özcan Ulucan, yarın Kuzey Makedonya’daki festivalde sahneye çıkacaklar.
5 Ağustos2020
Kuzey Makedonya’nın Ohri şehrinde düzenlenen Ohri Uluslararası Müzik Festivali'ne davet edilen, sanatçı kardeşler, piyanist Birsen Ulucan ve kemancı Özcan Ulucan 6 Ağustos’ta saat 21.00’de Ayasofya (St. Sophia) Kilisesi’nde konser verecek.
Sanatçılar konserde, W.A. Mozart, A. Adnan Saygun, I. Debussy ve R. Strauss’un eserlerini seslendirecek. Ohri Yaz Festivali, 4 Ağustos 1961’de opera sanatçısı Ana Lipsha Tofovic’in 11. yüzyıldan kalma antik kilise St. Sophia’da konser vermesiyle başladı. Festivalin ilk yıllarından itibaren müzik alanında düzenlenen bölümü dünya müzisyenlerinden de ilgi gördü.
Rus Kemancı Leonid Kogan ve Fransız çellist Andre Navarra’ nın sahne almasıyla festival uluslararası bir görünüm kazandı. Takip eden yıllarda festivale koro ve tiyatro bölümleri de eklendi.
Festival, Jose Carreras, Henryk Szeryng, Mstislav Rostropovich, Aldo Ciccolini, Elena Obraztsova, Victoria de los Angeles gibi dünyaca ünlü klasik müzik sanatçılarını ağırladı.
Geçen yılki festivale Türkiye’den altı koro katıldı. Sosyal mesafe ve hijyen bağlamında tüm önlemler alınarak düzenlenen Ohri 60. Jübile Yılı Festivali 4- 20 Ağustos tarihleri arasında yapılacak.
Aile boyu Ulucanlar'dan pırıltılı konser...
Şefik Kahramankaptan / Sanattan Yansımalar
24 Mart 2019
Müzisyen aileler konusunda bir proje yapmayı düşündüğünü şef Ender Sakpınar nicedir söyler dururdu. İKSV elini çabuk tutup geçen yılki İstanbul Festivali'ne bu konuyu tema olarak seçti. Sakpınar ise projesinin ilk adımı olarak, 23 Mart 2019 akşamı, Ulucan Kardeşler'i Eskişehir Büyükşehir Belediye Orkestrası'yla sahneye çıkardı.
Ulucan Kardeşler; Birsen Ulucan (d. 1970, piyano), Özcan Ulucan (d. 1973, keman), Ayşen Ulucan (d. 1985, keman) öyle yedi göbek müzisyen bir ailenin çocuğu değiller. Onları özendirip müziğe yönlendiren babaları Dr. Mehmet Ulucan (d.1942) bir tıp doktoru... Öyküleri Bulgaristan'ın Şumnu (Şumen) kentinde başlıyor. Bir sanat ve edebiyat aşığı olan, Nazım Hikmet başta pek çok ozanımızın şiirlerini ezbere bilen baba, sırasıyla çocuklarını müziğe yönlendiriyor ve yetenekli oldukları saptanınca da bu serüven devam ediyor. Öyle ki, Özcan, en küçük Ayşen'in ilk keman hocası oluyor.
Serüven, Todor Jivkov döneminde Bulgaristan Türklerine isim değiştirme başta olmak üzere yoğun baskılar sırasında, 1989'da ailenin göç ettiği İstanbul'da devam ediyor. Özellikle oda müziği alanında isimlerini kısa sürede duyuran Birsen ve Özcan'ın etkinliklerinin bazılarını yıllar içinde yakından izlemiştim. Ailenin aynı konserde yer alacağını öğrenince YHT adı verilen “hızlımsı” trene atlayıp Eskişehir'e geldim.
SAHNEDEKİ SÜRPRİZ: MİNİK ULUCANLAR
Karşılaştığım sürpriz, sanat yaşamını İngiltere'de sürdüren Ayşen'in oğlu Balkan (d. 2013) ve kızı Ayla'nın da (d. 2015) annelerinin yanında, ellerinde küçük keman kutuları Eskişehir'e gelmiş olmalarıydı. Meğer, “İlla ki biz de seninle birlikte geleceğiz, biz de çalacağız”, diye tutturmuşlar!
Ne yapsın şef Sakpınar, konserin başında durumu anlatıp, çocukları sahneye çıkardı. Onlar da kemanda annelerinin ilk verdiği derslerde öğrendiklerini göstererek dinleyicinin büyük sempatisini kazanıp alkışını aldılar. Hele o minik Ayla yok mu, yüzünde tatlı bir tebessüm, cin gibi bakışlarıyla dinleyiciyi yerlere kadar eğilerek selamlaması vardı ki, gerçekten görülecek sahneydi. Doğal olarak en büyük alkışı da, adı Ayla Erduran'a atfen konulmuş olan 3 yaşındaki Ayla aldı. Onlara birer küçük buketi, ön sıradan kalkıp dedeleri verdi.
Eskişehir Belediyesi Sanat ve Kültür Sarayı hıncahınç doluydu, öyle ki geçiş koridorlarının merdivenlerinde oturanlar bile vardı. Dinleyiciler arasında çocuklarının elinden tutup getirmiş, muhafazakar giysili anneleri de gördüm. Bu orkestranın temellerini atıp yaşatan, müzik ve tiyatroyu sevdiren, ilçelerin ayağına götüren, olmadı ilçelerden izleyiciyi merkeze özel servislerle getirten Başkan Yılmaz Büyükerşen'in, sağladığı kazanımların biriydi bu... Çocuk Senfoni Orkestrası ve Korosu'yla da Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç bir başka kazanımı sağlamıştı.
DOYURUCU BİR PROGRAM
Kardeşer, “küçükten büyüğe” sıralandılar konser programında. Ayşen Ulucan, L. v. Beethoven'in Keman ve Orkestra için Romanslarından 1 ve 2 No'luları (Opus 40 ve 50) seslendirdi.Londra Filarmoni Orkestrası'nın kemancı havuzunda yer alan Ayşen, her iki romansın da kadans ve trillerinde ne yaman bir çalgıcı olduğunu gösterdi.
Uzun yıllardır ünlü Rus kemancı Maxim Vengerov'un iki keman eserlerinde partnerliğini yapmaya devam eden, Avrupa'da neredeyse çalmadığı konser salonu bırakmayan Özcan, bu konser için Rus besteci Sergey Prokofyef'in, hem teknik kapasite, hem de ruh isteyen Re majör (Opus 19) 1. Konçertosu'nu seçmişti.
Daha ilk ölçülerden itibaren, elindeki luthiyesi ve tarihi meçhul eski kemandan elde ettiği tınılar, eseri ne denli tanıyıp içselleştirdiğini belirtisiydi. Bestecinin ilk bölümdeki “sanki bir rüya” yaklaşımını mükemmel yansıtan Özcan, şakacı ikinci bölümdeki cambazlıklarda ve eserin genelinde üstün tekniğini, virtüoz yaklaşımını gösterdi. Bu konçertoyu çeşitli solistlerin yanısıra Rus keman ustaları Viktor Pikayzen ile Sergey Kravçenko'dan vaktiyle dinlemiştim. Pikayzen zaten Özcan Ulucan'ın Ankara Devlet Konservatuvarı'nda master hocasıydı.
Özcan Ulucan, Mimar Sinan Devlet konservatuvarı'nda da Doktor öğretim Üyesi ünvanıyla ders veriyor. Bu eseri çalışmak isteyen genç kemancılar için usta bir eğitmen ve danışman olacağına kuşku yok.
Konserin ikinci yarısında Birsen Ulucan, Peter İliç Çaykovski'nin Si bemol minör 1. Piyano Konçertosu için piyano başına geçti. Son provadan sonra nasıl olduysa yükseklik ayarı bozulmuş olan tabureyle uğraşıp, orkestra esere başlayınca klavyeye dönüp girişini yaptı. Gerek aldığı eğitim, gerek bireysel olarak ve kardeşi Özcan'la birlikte yarışma başarılarıyla kendini kanıtlamış bir solist olan Birsen Ulucan, konçertonun parlaklığı ve etkileyiciliğini dinleyiciye başarıyla yansıttı ve hak ettiği alkışı da aldı.
Birsen Ulucan, dört yıl İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nda öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra, eğitimciliğini konservatuvar dışında sürdürme kararı alarak 6-14 yaş arası ve yetenek sınavı yapmaksızın gelen çocukların katıldığı “Sıcak Çikolata” sınıfını oluşturarak onlarlarla birlikte konserler vermeye başladı. Bu çocuklardan yurtiçi ve dışında yarışmalarda başarı elde edenler de oldu.
Konser sonunda üç kardeş birarada selama çıktılar, bu arada sahneyi pek seven minik Ayla da sahneye sızıverdi ve yerini aldı. Kardeşler bis olarak Adnan Saygun'un Horon'ununu seslendirdiler. Keman partisini doğaçlamadan ikiye bölmüşlerdi, ilginç bir seslendirme oldu.
AİLENİN GÖSTERDİĞİ ÖZEN
Bakın daha Türkiye'ye göçten önce Abdurrahman dedeleri, Birsen ve Özcan için birer çocuk şiiri yazmış. Bu şiirler ailenin çocukların müzisyen olarak yetişmesini ne denli benimsediklerini de gösteriyor:
Piyano ( torunum Birsen'e)
Piyanom var benim
Çalmasını pek severim
Tuşlarına vurdukça
"Ne mutlu bana!" derim
Çırpınır teller
Verir güzel bir ses
Öyle çalmak isterim ki
"Bravo!" desin herkes!
Bugün Birsen Ulucan'ı dinleyen herkes “Bravo” diyor.
**
Keman ( torunum Özcan'a)
Aslan gibi Özcan'ım
Kemanımdır benim canım
Akşam sabah çalarım
sıkılmadan hiç canım.
Alırım notaları karşıma
Dizmek isterim başıma
Kemanımın yanık sesi
Pek gidiyor hoşuma
Çalışıyorum durmadan
Çıkmam bir yere sormadan
Böyle gide gide
Elbet olurum büyük adam!
Eh, Özcan da büyük adam, büyük kemancı olmuş, dedesinin ruhunu şâd ediyor.
Ne mutlu müzisyen ailelere...
Bakalım gelecek sezonun müzisyen ailesi olarak şef Ender Sakpınar kimleri sahneye çıkaracak?
Eric Taver, "Classica"Paris
" Birsen Ulucan'ın piyanizmindeki berrak çizgiler ile yoğrulmuş dip güç, sanatçı kişiliğini özgün, öngörülemez, sihirli kılmakta."
David Denton, "The Strad" Müzik Dergisi, Londra
" Karşıma çıkan en etkileyici Liszt "Dante" yorumlarından birisi olması yanısıra, sıradışı inceliklere sahip bir oda müziği icrası."
Birsen Ulucan ile Müzik Dolu Bir Akşam
22 Nisan 2011 - Blogda Hayat
Piyanistimiz Birsen Ulucan, dün akşam (21 Nisan 2011) Borusan Müzik Evi’nde keyifli bir konsere imzasını attı. Saat 19.30’da başlayan konseri izleyenler arasında Birsen Ulucan’ın erkek kardeşi, keman solisti Özcan Ulucan, anneleri Necmiye Ulucan ve Birsen Ulucan’ın “Sıcak Çikolata Piyano Sınıfı”ndan öğrenciler de vardı. Borusan Müzik Evi’ndeki konser yarattığı samimi ortamla da dikkati çeken çok başarılı bir konser oldu. Özcan Ulucan, bu güzel akşamın “anlatıcısı” rolünü üstlenmişti. Birsen Ulucan’ın performanslarını güzel şiirler ve anekdotlarla süsledi.
Birsen Ulucan, Borusan Müzik Evi’ndeki programı için ilk olarak, son albümünde de yer verdiği Medtner’in “Masallar”ını (Op. 26, No. 1, 2, 3) seslendirmek üzere piyanosunun başına geçtiğinde Özcan Ulucan, kısa bir açıklama yaptı. Aile olarak birarada bulundukları zaman müzik icra ettiklerini, şiir okuduklarını söyledi. Bu sözler, bir anlamda biz seyircilerin de Ulucan ailesinin o müzik ve edebiyat dolu beraberliklerine doğru yolculuk yapacağımızın ipuçlarını taşıyordu. Özcan Ulucan Nazım Hikmet’in “Masalların Masalı” isimli şiirini etkili bir biçimde okudu:
Su başında durmuşuz,
çınarla ben.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana.
Su başında durmuşuz,
çınarla ben, bir de kedi.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim, bir de kedinin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana, bir de kediye.
Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, bir de güneş.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, bir de güneşe.
Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.
Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek.
Su başında durmuşuz.
Su serin,
Çınar ulu,
Ben şiir yazıyorum.
Kedi uyukluyor
Güneş sıcak.
Çok şükür yaşıyoruz.
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.
Alkışlarla karşılık bulan bu şiirin ardından Birsen Ulucan, Medtner’in “Masallar”ını icra etmeye başladı. Piyanodan gelen sesler Nazım Hikmet’in dizeleriyle buluşuverdiğinde bu farklı konserin dinleyicisi olmanın keyfini çıkarıyordum. [Hemen not düşeyim; Rus besteci Nikolai Karlovich Medtner’e (1880-1951) “Rus Brahms” da deniliyordu ve Rachmaninov, bu besteci için “Kimse onun gibi hikaye anlatamaz” demişti.]
Medtner’den sonra sıra Chopin’e geldi. Öncelikle Özcan Ulucan, Chopin’in eserlerinde Sein Nehrinin mırıltılarını duyabileceğimizi söyledi ve annesinin yazdığı şiirlerden bir kaçını bizlerle paylaştı. Ardından sırasıyla Chopin Noktürn, No.1, Op. 9 ve Chopin Noktürn, No.1, Op. 27’yi dinledik. Birsen Ulucan, bizleri Chopin’in hayal dünyasına ortak etmişti. Ve alkışların ardından Liszt’in 200. Doğum Yılına Saygı Duruşu olarak nitelendirdiğim bölüm başladı. Bu bölümde, piyanistimiz, Liszt’in Petrarch Soneleri No. 104 ve No. 123’ü çok etkileyici bir güzellikte çaldı. Borusan Sanat Evi’nin küçük salonu sanatçının vücut dilini takip ederek nasıl bir odaklanma içinde olduğunu anlama şansı veriyordu biz seyircilere.
Liszt’in ardından Özcan Ulucan, besteciyle ilgili bilgiler verdi, Chopin ile Liszt arasındaki farkları öne çıkardı. Chopin’in, Liszt’in aksine, içe dönük, çekingen bir kişiliğe sahip olduğunu ama duygularını müziğiyle çok güzel ifade ettiğini vurgulayarak sözü Birsen Ulucan’ın çalacağı Chopin Scherzo No.2’ye getirdi. Eserde hissedilen Chopin’in vatan sevgisinden, onur duygusundan bahsetti ve sözlerini, anneleri Necmiye Ulucan (endokronolog çocuk doktoru) tarafından yazılan çok etkileyici bir “barış” şiiriyle tamamladı. Chopin’in “Scherzo”su ile konserin ilk bölümü tamamlanmıştı.
Birsen Ulucan’ın “Bir Ağaç Gibi” [burada] ve “Masallar, Rüyalar, Fısıltılar” [burada] isimli albümlerini dinleyen okurlarım bilirler; sanatçımız çalışmalarında Türk bestecilerine de her zaman önem vermekte. Birsen Ulıucan, Borusan Müzik Evi’ndeki programında da aynı özeni gösterdi ve verilen aranın ardından programın ikinci bölümünü Türk bestecilerine ayırdı. Ulucan, ilk olarak Fazıl Say’ın (1970) “Nasreddin Hoca Dansları”nı icra etti. İçinde caz ögeleri de barındıran ve virtüözite gerektiren bu eser adeta su gibi gibi akıp gitti. Fazıl Say, orada olsaydı eminim çok mutlu olurdu. Say’ın “Nasreddin Hoca Dansları” 1990 yılında bestelenmiş ve ilk kez 1991 yılında Berlin’de seslendirilmiş. Sanatçımızın 1991’de yapılan Avrupa Birliği Piyano Yarışması’nda aldığı “En İyi Çağdaş Müzik Yorumucusu” ödülünde bu eserin büyük pay taşıdığı, Say’ın, “piyanist” olarak girdiği yarışmadan “besteci” olarak çıktığı ve adı konmayan dolaylı bir yoldan “bestecilik” ödülü aldığı değerlendirmesi yapılmaktadır. [Fazıl Say’ın bu eserini Birsen Ulucan’dan dinlemek isterseniz sanatçının “Masallar, Rüyalar, Fısıltılar” isimli albümünü alabilirsiniz]
Fazıl Say’dan sonra, sıradaki Türk besteci Evrim Demirel’di. “Anadolu’dan Dört Halk Türküsü” için Birsen Ulucan, sahneye “İstanbul Çağdaş Müzik Topluluğu”nun bir üyesi olarak geldi bu kez: Özer Özel (vokal-kemençe), Esra Berkman (kanun), Merve Nuvasil (klarnet), Dilbağ Tokay (viyolonsel), Ceren Akçalı (kontrbas), Seçil Kuran (vurmalı çalgılar). Farklı disiplinlerden gelen farklı enstrümanları aynı çatı altında toplayan “İstanbul Çağdaş Müzik Topluluğu”nun bu ilk konseriydi. Eserin bestecisi Evrim Demirel de şef olarak sahnedeki yerini aldı ve seyircilere eser hakında bilgiler aktardı. Amacının çok sesli müzk yapmak değil çağdaş müzik yapmak olduğunu özellikle vurgulayan Evrim Demirel’in eseri salondaki izleyiciler tarafından çok beğenildi ve uzun uzun alkışlandı. Bu eseri Birsen Ulucan’ın “Masallar, Rüyalar, Fıslıtılar” isimli albümünde daha önce pek çok kez dinlemiştim. Ancak, canlı dinlemek çok etkileyiciydi. Özellikle Özer Özel’in vokaline kayıtsız kalabilmek mümkün değildi. Seyircinin alkışları karşısında topluluk, “Yağmur Yağar”, “Ferayi”, “Yayla Yolları” ve “Batum” isimli türkülerden oluşan çalışmanın son halkasını bis parçası olarak tekrar seslendirdi.
Ve böylece ne yazık ki konser bitti. Ulucan Kardeşleri, 16 Şubat 2011’de Cemal Reşit Rey’de Liszt Oda Orkestrasıyla birlikte verdikleri konserde [burada] izlemiştim. Daha sonra da Birsen Ulucan’ın “Sıcak Çikolata Piyano Sınıfı Konseri”nde Özcan Ulucan’ı dinlemiştim. Her iki konserde ve dün geceki konserde dikkatimi çeken nokta Ulucanların aile kavramına, köklerine çok önem verdikleri ve sanatçı olarak buralardan beslendikleri. Bu özellikleri, onların konserlerini çok samimi ve sıcak kılıyor; müziği severek yaptıkları duygusunu hissettiriyor. Borusan Müzik Evi’nden ayrılıp konser sonrası Beyoğlu’nda yürürken yine aynı duyguları hissettim. Bir sonraki konser ne zaman olacaktı acaba?
Alman Müzikolog Martin Greve'nin Piyanist Birsen Ulucan'ın "Masallar, Düşler, Fısıltılar" ile ilgili yazısı
Birsen Ulucan'ın "Masallar, Rüyalar, Fısıltılar"ında, bir tarafta Sergei Prokofiev ve Nikolai Medtner diğer tarafta Fazıl Say, İnci Yakar ve Evrim Demirel'in müzikleri arasında yüz yıllık bir zaman dilimi farkı bulunuyor. Bu CD'de yer alan eserler, geçen yüzyıla sırtını dayayıp yeni bir bilinmeye doğru ilerleyerek, Medtner'in geç dönem romantizm armonisi, ya da Evrim Demirel ve İnci Yakar'ın halk türkülerinde görüldüğü gibi bir asrın kapandığı ve yeni bir asrın başladığı dönemde bestelendiler.
Bütün eserlerde dönemin belirsizliğine kişisel hayatın tereddütlerinin eklendiğini hissedebiliyoruz. Buradaki tüm besteciler yıllar süren sürgün hayatı veya eğitim döneminden sonra memleketlerine dönen birer gezgindiler. Prokofiev Amerika ve Fransa'ya, Medtner ise Almanya, Fransa ve İngiltere'ye göç etmişti.
İnci Yakar ile Fazıl Say piyano parçalarının ilk şeklini Almanya'da, Evrim Demirel ise Anadolu'dan Dört Halk Türküsü''nün ilk şeklini Hollanda'da besteledi. Bulgaristan'da doğmuş olan ve uzun dönem İngiltere ve Almanya'da eğitim gören ve bugün İstanbul'da yaşayan Birsen Ulucan da gezgin hayatının yabancısı değil. O'nu dinlerken bir kökünden sökülmüşlük duyabiliyoruz.
Bu CD'deki her bir eser bir arayışı sergiliyor, oyun oynarcasına, parçalanmış, dalgın bir müzik. Eserlerin bir kısmı halk türkülerinden ve masallardan yola çıkıyor; bunu da sanki ironi ve soyutlama ile yapıyor. Aşık Daimi'nin , "Bu da gelir bu da geçer'' veya Kütahya yöresinden olan ,"Yağmur Yağar'' türküleri sanki belirsiz bir zamana ve bilinmeyen bir mekana nakledilmiş.
Birsen Ulucan CD'si hakkında, "Farklı ,şive'lerin sözkonusu olduğu müzik dilinin, aslında tek bir kaynaktan geliyor olması...'' diyor. Evet gerçekten öyle: tüm hayal kırıklıklarına ve biyografik farklılıklara rağmen bütün parçalara aynı atmosfer hakim. Nitekim buradaki bestecilerin başka bir ortak yanı daha var: Hepsi birer piyanist. Rachmaninov'la yakın dost olan Medtner Moskova Konservatuarı'nda piyano hocasıydı, Prokofiev de kendisinden yüzyıl sonra yasayan Fazıl Say gibi piyano virtüozuydu. İnci Yakar İstanbul ve Almanya'da piyano eğitimi aldı ve Evrim Demirel de çok iyi bir caz piyanisti.
Bu CD'deki tüm ,, Masallar, Rüyalar ve Fısıltılar'' piyanodan yola çıkılarak tasarlandı ve doğrudan piyano başında bestelendi. Dolayısıyla ortaya çıkan müzikte, piyanonun bütün tınısal imkanları biliniyor ve ustaca kullanılıyor. Besteciler - ki bu açıkça duyulmakta- hissiyat ve hayallerini doğrudan piyano başında geliştirmişler.
Birsen Ulucan'ın olağanüstü renkli çalışı bu parçalanmış hayallere can veriyor, zira kendisi de piyanoyu tanıdığı kadar hayatın parçalanmışlığını da tanıyor. Ve ayrıca kendisi de besteciler gibi büyük bir piyano virtüozu. Teknik açıdan oldukça zor olan parçalar bile O'nun çalışıyla, sanki çok doğal ve kendiliğindenmiş gibi duyuluyor.
Bu CD'yi dinlerken insanın içinden, o anda hangi bestenin çalındığını unutası ve sadece müziğe kulak veresi geliyor. Bestecilerle onların zamanları arasındaki sınırlar belirsizleşiyor ve müzik garip bir "piyano masalı" dünyasına karışıyor.
Piyano çalmak çocuk işi!
13 Şubat 2010 - Sabah
Piyanist Birsen Ulucan'ın yetenek sınavına tabi tutmadan kabul edip, özel ders verdiği altı öğrencisi ilk profesyonel sınavlarını Kadıköy Süreyya Operası'ndaki konserlerinde verecek
Altı küçük piyanist sahnede
Piyanist Birsen Ulucan, dört yıl önce, üstelik yetenek ve kulak sınavına tabi tutmadan özel ders vermeye başladığı çocukların anne babalarıyla da bir aile gibi olacaklarını, evlerde bir yandan konser verilirken bir yandan da sıcak sohbetlerin yapıldığı zevkli saatler geçireceklerini, hatta minik öğrencilerinin bir gün konser vereceğini hayal etmiş olmalı... Çünkü bugün artık geldikleri noktada Ulucan ve altı öğrencisiyle anne babaları büyük bir aile haline gelmiş durumda. Bu süre içinde bazı okullarda konser veren çocukları 15 Şubat Pazartesi günü de Kadıköy Süreyya Operası'nda fuaye konserleri kapsamında dinleyeceğiz. Saat 18.00'de başlayacak bu ücretsiz konserde öğrenciler Bach'tan Chopin'e, Çaykovski'den Mendelsshon'a kadar birçok klasik müzik bestecisinin eserlerini çalacak. Ege Narter (10), İdil Eker (11), İzem Gürer (10), İlayda Piyale (13), Bilge (11) ve Ceren (13) Ekşi'den oluşan 'Piyano Sınıfı' öğrencilerinin 'Sıcak Çikolata' konseptiyle verecekleri konserin son bölümünde ise Birsen Ulucan'ın kardeşi kemancı Özcan Ulucan küçük piyanistlerle Macar Dansı, Mazurka'lar, Sarı Gelin gibi eserleri seslendirecek.
YETENEK ŞART DEĞİL
Yıllardır dünyanın her yerinde konser veren piyanist Birsen Ulucan, bu çok özel 'Piyano Sınıfı'nı oluştururken çocukları neden yetenek ve kulak sınavından geçirmediğini şöyle anlatıyor; "Konservatuvarlarda yetenek sınavı yapılıyor. Sonra 200 kişiden 10 kişi seçiliyor. Ama ben böyle bir seçim yapmadım. Çünkü müziğe başlarken çok yeteneği ya da kulağı olmayan çocukların bile eğitildikleri takdirde geliştiklerini düşünüyorum. Bence bütün çocuklara bu fırsat verilmeli. Benim ders verdiğim 'Piyano Sınıfı'ndaki çocukların her biri şimdi, kendi kişiliğine göre birlikte müzik yapmanın keyfini yaşıyor. Üstelik arkadaşları ve aileleriyle de bir araya geliyorlar." Gebze'deki İnanç Türkeş Üstün Zekâlı Öğrenciler Okulu'nda Güher- Süher Pekinel sınıfında da piyano dersi veren Ulucan'a göre çocukların müzik hayatlarında gelişebilmeleri için anne ve babaların desteği çok önemli. Bunun için evinde verdiği özel derslere mutlaka onları da davet ediyor.
ANNE BABA DESTEĞİ ÖNEMLİ
Böylece yalnız çocukların değil, anne ve babaların da müzik bilgilerinde ilerlemeler kaydedildiğini söylüyor; "Öğrencilerimin aileleri müthiş bir destek veriyor çocuklarına. Bazıları dersleri mutlaka takip ediyor. Çünkü çocuğun ilerleyebilmesi için anne babalar benim devamım olmak zorunda. Çocuklarla birlikte onların da müzik kulakları gelişiyor. Konserleri de başka türlü dinliyorlar. Çocukların aileleri artık benim yakınlarım gibi oldu." Çocuklar için bazen çaldıkları enstrümanı sevmek için öğretmeni sevmek yeterli olabilir. Birsen Ulucan da her ne kadar disiplinli bir öğretmen olsa da öğrencilerin onu sevdikleri için piyanoda da ilerlediklerini gözlemlediğini anlatıyor; "Aslında sert bir öğretmen olduğumu düşünüyorum ama onları çok sevdiğim için bunu hissediyorlar ve beni sevmeleri piyanoyu sevmelerindeki önemli bir etken. Hatta bazen, 'Acaba beni mi yoksa piyanoyu mu seviyorlar?' diye şüphe ediyorum. Ders öncesinde mutlaka sohbet ediyoruz. 'Bu hafta bana söyleyecek ilginç bir şey yaşadın mı? Ne okudun? Hangi filme gittin?' gibi sorular soruyorum. Böylece onların kişiliklerine dair bilgiler de ediniyorum."
HAYATI BACH'TAN ÖĞRENİYORLAR
Birsen Ulucan, müzik ve özellikle piyano eğitiminin çocuklara her şeyden önce dünyaya bakış açısı kazandırdığını söylüyor; "Sanatsever bir toplum yaratmak için nitelikli müzikseverlere ihtiyaç olduğunu biliyoruz. Aralarından hangisi profesyonel müzisyen olacak, şimdiden söylemek erken. Ama en azından toplum için sanatsever birer yetişkin olacaklar. Müzik, hayal güçlerini, düşünme tarzlarını etkiliyor. Çocukların hepsi başarılı öğrenciler. Hayata ve sanata bakış açısı önemli olduğu için onları bu kadar ilerletmeye çalışıyorum. Çoksesli müzik, çoksesli bakış açısı kazandırıyor. Ayrıca piyano analitik düşünme yeteneklerini de geliştiriyor. Müzik ya da sanatın herhangi bir dalının sadece duygu olmadığını, 'neden, niçin' sorusunu sormayı öğreniyorlar. Bach'tan çoksesli ve uyum içinde olmaları gerektiğini öğreniyorlar. Beraber çalarken de demokratik bir ortam oluşuyor.''
EVDE PİYANO GÜNLERİ YAPILIYOR
"Bütün ailelerin evlerinde piyano var. Zaman zaman değişik evlerde toplanıyoruz; hem sohbet ediyoruz hem de birlikte çalışıyoruz. Bu konser için de üç dört ayrı evde çalıştık. Çocuklar için mükemmel bir deneyim bu. Çok zevkli bir ortam oluşuyor. Hatta geçen yaz kardeşim Özcan'la Kıbrıs'ta masterclass çalışmamız vardı. Üç öğrencinin ailesi oraya da geldi."
ESERLERİ ÖĞRENCİLER SEÇİYOR
"Eserleri seçerken hem onlara hitap etmesine hem de zorlamasına dikkat ediyorum. Severek ve zorlanarak çalmalarını istiyorum. Çünkü hayatta da her şey emek istediği için, sadece sevmek yetmiyor. Örneğin hiç duymadıkları bir eser seçiyorum. Bu o hisleri tanımalarına çalışıyorum. Konser için de seçtiğim bütün eserleri önce baştan sona kadar kendim çalıyorum. Öğrencinin 'Bu güzel,' dediği eseri seçiyorum. Çünkü esere yatkınlık ve his önemli. Çocuklar konsere hazırlanırken korkuyor ama bu korkuyu ben bile hâlâ her konserde yaşıyorum. Korkulsa da bu zevki yaşamak lazım."
Sanayi Mahallesinde Klasik Müzik
17 Mart 2010 - Hürriyet
İlk konseri 21 Mart'ta yapılacak Bosch Genç Klasikçiler Festivali, klasik müziği Sanayi Mahallesi'ne taşıyor. Klasik müzikte önemli isimlerin yer aldığı festivalde konserlerin tümü Kâğıthane'deki okullarda yapılacak
Bosch, YOYO Düşlersarar işbirliğiyle hazırlanan Bosch Genç Klasikçiler Festivali klasik müziği, alışılagelmiş salonlarından farklı olarak Sanayi Mahallesi'ne taşıyor. İstanbul'un farklı kavramlarını yan yana getirmek fikriyle yola çıkan festivalin açılış konseri, 21 Mart 19.00'da Seyrantepe Sanayi Mahallesi'ndeki StüdYOYO'da yapılacak.
Amacı, şehrin farklı noktalarına klasik müzikle ulaşmak, şehri sanat faaliyetleriyle birbirine bağlamak ve insanları yakınlaştırmak olan Bosch Genç Klasikçiler Festivali; İstanbul Metrosu'nda özel olarak giydirilen vagonlarda, Seyrantepe'de belirlenmiş altı devlet okulunun konferans ve spor salonlarıyla, StüdYOYO'da verilecek konserlerle sokaktaki insanlara ulaşacak.
Birbirine uzak ikililer 116 sanatçının katılımıyla gerçekleşecek Bosch Genç Klasikçiler Festivali, 'sanat ve Seyrantepe', 'gençlik ve klasik müzik', 'klasik müzik ve gündelik yaşam' gibi birbirine uzak ikilileri aynı platformda buluşturuyor. 25 genç Yunanlı sanatçıyı da ağırlayacak olan festivalin onur konuklarıysa; Burçin Büke, Birsen & Özcan Ulucan, Cem Mansur, Fazıl Say, Gülsin Onay ve Şirin Pancaroğlu. Profesyonel sanatçıların yanı sıra Türk ve yabancı genç yetenekler ile çocuklara odaklanan festival, İstanbul'a armağan edilmiş özel bir etkinlik olarak vurgulanıyor.
Festival 29 Mart'a bitecek 29 Mart'a kadar devam edecek Bosch Genç Klasikçiler Festivali'nin, tümü Kâğıthane'de bulunan okullardaki konser programıysa şöyle: Burçin Büke (piyano) 22 Mart 15.00-16.30 Faruk Verimer İlköğretim Okulu, Birsen Ulucan-Özcan Ulucan 23 Mart 15.00-16.30 Faruk Verimer İlköğretim Okulu, Semplice Quartet 24 Mart 13.00-14.30 Atatürk İlköğretim Okulu, Gülsin Onay 25 Mart 13.00-14.30 Hasbahçe İlköğretim Okulu, Cem Mansur 'Dokunduğu Yaşamlar Orkestrası' 26 Mart 13.00-14.30 F. A. Çağdaş Yaşam İlköğretim Okulu, Fazıl Say 29 Mart 13-00-14.30 Hasbahçe İlköğretim Okulu. (Kültür Sanat)
Birsen ULUCAN
Samimi, Tutkulu ve İsyankâr Yolculuk
Piyanist Birsen Ulucan'ın yeni albümünün adı "Masallar, Rüyalar, Fısıltılar". Bu onun ilk solo albümü.
Birsen Ulucan'ın klasik müziği, caz ve halk müziği öğeleri ile buluşturduğu "Masallar, Rüyalar, Fısıltılar" isimli albümünde Rus besteci Medtner, Prokofiev, İnci Yakar, Fazıl Say ve Evrim Demirel besteleri var. Ulucan'a göre klasik müziğin temeli de halk müziği. Caz ise klasik müzikten, özellikle de Bach'tan çok beslenmiş. İşte bu yüzden de "Masallar, Rüyalar, Fısıltılar"ın temelinde, farklı "şive"lerin var olduğu müzik dilinin aslında tek bir dil olduğu inancı yatıyor.
Bu albüm ilk solo çalışmanız. Nasıl bir deneyim oldu sizin için?
Albüm yapmak için özellikle fikirsel anlamda sanatçının kendisini hazır hissetmesi lazım diye düşünüyorum. Yani hissettiklerini düşünce olarak ortaya koyma isteği ve bunu en doğru şekliyle sunma gayreti. Tabii ki, gelen olumlu tepkiler bizi her zaman mutlu ediyor. Eleştirilerin ise yapılan işe olan inancımızı tekrar sorgulatmayacağını bilmek hoş bir duygu. Bu sebeple benim için çok zevkli bir çalışma oldu. Yeni eserler öğrenmiş, yeni arkadaşlıkların temelini atmış oldum. Örneğin, besteci Evrim Demirel'in yeni kurduğu ve CD'de gönüllü olarak yer alan İstanbul Çağdaş Müzik Topluluğu ile tanışma fırsatını bulduğum için mutluyum. Ayrıca perküsyoncu arkadaşım Engin Gürkey'in katılımı benim için önemli ve ilham vericiydi.
Klasik müzik artık standartlarının dışına çıkıp caz ve halk müziğini de içine alıyor. Yeni albümünüz de bu anlamda ayrıcalıklı. Nasıl bir serüvendi "Masallar, Rüyalar, Fısıltılar"?
"Klasik" müzik diye adlandırdığımız müzik aslında "evrensel" ve temelinde halk müziğini barındırıyor. Halk ezgileri, dansları ve efsaneler, kısacası halk kültürü en büyük bestecilerin eserlerinde yüzyıllardan bu yana her zaman ilham kaynağı. Caz ise klasik müzikten, özellikle de Bach'tan çok beslenmiş, farklı ve özel bir renk olarak birçok klasik müzik bestecisinin ilgisini çekmiş bir tür. Örneğin, George Gershwin'in solo piyano ve caz orkestrası için "Rhapsody in Blue" adlı eseri, 1924 yılında yazılmıştır. Neredeyse yüz yıl önce! "Masallar, Rüyalar, Fısıltılar"ın temelinde de, farklı "şive"lerin var olduğu müzik dilinin aslında tek bir dil olduğu inancı yatar. "Şive" olarak nitelendirdiğim de, orada yer alan klasik, halk ve caz öğeleri.
Albümde Sergei Prokofiev, Nikolai Medtner, Fazıl Say, İnci Yakar ve Evrim Demirel'in besteleri var. Hepsi ayrı bir dünya ama bu albüm bir bütün. Bunu nasıl kurguladınız?
Tek bir dünyanın derinliklerine dalmak ne kadar heyecan verici ise, farklı dünyalarda dolaşmak da benim için o kadar heyecan verici. Kuşbakışı bir dolaşmadan bahsediyoruz aslında. Medtner'in kendi halindeki samimi müziği, Prokofiev'in tutkulu ve isyankâr anlatımı, Evrim Demirel'in makam, caz ve klasik arasındaki köprü arayışları, Fazıl Say'ın halk ezgileri ve caz ile yoğrulmuş müziksel esprililiği, İnci Yakar'ın rüya âlemi. Benim için çok zevkli bir yolculuktu.
Klasik müzik CD'lerinde genellikle belirli bir görsel yaklaşım oluyor. CD'nin kapağı ve kitapçığını tasarlarken, bir imaj oluştururken neler düşündünüz? Bu konuda nasıl bir yol izlediniz?
"Klasik müzik" dediğimiz bu engin dünyanın parçası olurken, içsel arayışlar benliğimizi ele alırken, işin görsel kısmı gerçekten de cezbedici olmayabiliyor. Dolayısıyla, bu yaklaşım CD kapaklarına da yansıyabiliyor. Ama biz yorumcular birer oyuncuyuz aslında. Ve bu yüzden büründüğümüz karakterlerden bazılarıyla dinleyici karşısına çıkabiliriz. Yani bir tür maske gibi görülebilir bir CD kapağı. Ben de kaydımın görsel kısmı konusunda üç kişiye güvendim: Beni bir kişilik ve müzisyen olarak doğru tanımlayabilen tasarımcı arkadaşım Gözde Oral; çoğumuzun göremediğini fark eden usta fotoğrafçı Tamer Yılmaz; bu CD'de sponsorumuz olan moda tasarımcısı Jale Hürdoğan.
Masallar, Rüyalar sanki birbirini tamamlarken, peki neden Fısıltılar?
Çünkü kişiliklerimizde var olan en aykırı özelliklerimiz, aslında bizi en iyi tanımlayan özelliklerimiz. Zıtlıkların uyumunu ya da uyumsuzluğunu temsil etmez miyiz? Ve kim demiş ki, aslında en "rahatsızlık verici" özelliğimiz, en "güzel" özelliğimizin temelinde değildir? CD'deki "uyumsuzluk" öğesini de Prokofiev'in "4 parça" adlı eserinin son bölümü, "Şeytani Telkinler" temsil ediyor.
Ali Deniz USLU (23.01.2011)
Opera Türkiye
Farklı kuşaklardan iki dost müzisyen. Keman virtüözü Ayla Erduran ve genç piyanist Birsen Ulucan hafta sonu ortak bir konser verecek. Ayla Erduran, uzun müzik kariyerine dönüp baktığında 'Mizah duygumu kaybetseydim hayat benim için daha zor olurdu' diyor.
ERAY AYTİMUR 17/06/2010 - Radikal
Ayla Erduran, genç piyanist Birsen Ulucan için "Çalışına hayranım. Büyük bir piyanist" diyor.
Ayla Erduran'ı tanıma ve onunla çalışma şansını yakalayalı uzun zaman oluyor. Sadece kemanıyla kurduğu ilişkideki değil onun her tür 'temperaman'ına hayranımdır oldu bitti. Kuşağının önde gelen yorumcuları arasında yer alan piyanist Birsen Ulucan ise yakın geçmişe dayanan arkadaşlığımıza rağmen müzikle ve hayata kurduğu ilişki açısından en güvendiğim sanatçılardan biridir ve sanki bir peri kızıdır. Erduran'ın Topkapı Sarayı sahnesinde geçirdiği rahatsızlığın ardından çıkacağı ilk konseri ikili olarak vereceklerini duyunca harekete geçtim. 19 Haziran'da Sakıp Sabancı Müzesi'nin içindeki The Seed'de gerçekleşecek konser öncesinde Erduran ve Ulucan'la kayıt cihazını aça kapaya, geçmişle bugün arasında müzikli müziksiz acı- tatlı savrulduk. olarak geçmişle bugün arasında açıp kapadı.
Ayla Erduran ve Birsen Ulucan bir araya nasıl geldi?
Ayla Erduran: Arkadaşlığımız 1991'e dayanıyor. Büyük yardımları olmuştur bana bir takım konserlerimde. Çalışına hayranım. Birlikte çalıyoruz diye söylemiyorum, konserlerinde de bulundum onun. Büyük bir piyanist, harika bir sanatçı. Birsen'in yalnız çalışı değil karakteri de öyle. Birsen'le çalmak benim için büyük bahtiyarlık.
Birsen Ulucan: O zaman ben de anlatabilir miyim? Çok iyi hatırladığım bir anım var. Kötü bir dönemden geçiyor, yetersiz hissediyordum kendimi. Sözde, ben Ayla hanıma yardım edecektim Elgar konçertoya eşlik ederek. Fakat duygusal olarak da müzisyen olarak da o yardımcı oluyordu. Beni etkileyebilecek tek kişiydi. Çalıştık çalıştık sonra gecenin 11.30'unda dedi ki; "Sen bana konserde çalacağın konçertoyu çal..." Ben çalıyordum temaları o da bana temel şeylerden bahsederek yol gösteriyordu. Konsere kadar öyle gitti sonunda bildiğim kadarıyla güzel bir konser çıktı ortaya. Demek ki şefkate, ilgiye ve yönlendirilmeye ihtiyacım varmış. Çünkü konserde hatırladığım şeyler son söylenenlerdi ve onlar hep Ayla hanıma aitti. Büyük bir ruh, büyük bir müzisyen.
Ve bunlarla birlikte ikinizi bu kadar sıkıca bağlayan şey müziğe duyduğunuz saygı ve sevgi aslında.
Ayla Erduran: Müzik ulvi bir hadise. Kelimeye ihtiyaç duymayan bütün dünyaya hitap eden bir lisan. O ses ya kalbe giriyor ya girmiyor. Bizlerin yeteneği varsa sorumluluğumuzu yerine getirmeliyiz. Yalan söyleyecek değilim tabii ki ben de istiyorum alkışlanmayı. Fakat çok kötü çalıp da alkışlanırsam o gece uyuyamam. Dünyadaki her şeyde saygı duyulması gereken bir yan var ama bir yandan Hiroşima, Auschwitz gibi ve şimdi feci kötülüklerden geçtik geçiyoruz. Siyah-beyaz dengesi gibi belki, güzelliğin olabilmesi için belki bu çirkinliğe ihtiyacımız var. Çünkü dünya bitmedi daha. En önemlisiyse; müzik yanlış anlaşılmaz!
Konserde Handel, Grieg, Albeniz, Sarasate ve Tchaikovsky seslendireceksiniz. Bu repertuvarı nasıl belirlediniz? Senfonik yapıtlara nazaran prelüd, sonat ve küçük parçaları mı tercih ediyorsunuz çoğunlukla?
Birsen Ulucan: Aslında bunu Ayla hanım belirledi. Mesela Grieg sol majör sonatı daha önce çalmamıştım. Kimse çalmıyor oysa öyle güzel bir eser ki. Ayla hanımda vardır böyle keşfedilecek bir şeyler daima. Hem benim için de yenilik, öğrenmiş oluyorum, hem de kemancı kardeşlerim faydalanıyor.
Ayla Erduran: Küçük parça diye bir şey yok, parçalar var. Bilmiyorum dinleyiciler de daha çok seviyor. Kısa kısa. Handel'i, Albeniz'i zaten çok severim. Sonra Moskova ve hocam David Oistrakh'la olan anılarım adına Sarasate ve Tchaikovsky... İlk onunla çalmıştım bunları.
Sahnede olmanın cilvesi, tatsız olmayan kazalardan ilk hatırladıklarınız neler?
Ayla Erduran: 1957'de Wieniawski Yarışması'nda ödül kazanmıştım. 1973'teki ilk İstanbul Festivali'ne Polonya Radyo TV Senfoni Orkestrası gelince yarışmada çaldığım eseri birlikte çalalım istediler. Neyse sonra güzel bir atmosferde konserin sonuna geldik. Bir kadans kaldı zaten kısa konçerto. Fakat kadanstan önce bir sayfa var rekaputilasyon deniyor. Baştakinin aynısını çalıyorsun, çok güçlü, şeytani bir pasaj. Yine de başta başardığım için bir korkum yok ama çabuk çabuk çalarken bir boşluk var orada orkestranın çalmadığı. Ben sekiz notalık bir iniş yapıyorum içine. Bir mezür var. O sekiz notayı inerken -akrobasi çalışsaydım bu kadar beceremezdim- arşem uçtu havaya ve sekiz nokta çalınamadı tabi ama ben böyle bir havaya uçtum ki hop diye yakaladım ve kalan pasajın içine bir anda öyle daldım. Böyle bir facia da Ferdi Ştatzer'in başına gelmiştir. Büyük piyanist. Avusturya'dan gelmiş ve benim ilk hocam Karl Berger'le buradaki ekolü kurmuş bir adam. Benim, Verda'nın (Erman), gençlerin, hepimizin hocası, dünya şekeri bir insan. Şimdi bir konserde çalıyor piyanoyu. Böyle büyük bir arpej soldan sağa doğru yaparken. O gidiş... O gidiş derken; kay sen, notalarla birlikte: Yerde! Bunları niye anlatıyorum? Heyecanlarımız, sevgi, saygı hepsi var ama böyle kazalar da var. Böyle şeyler olur ama güzel şaşırmasını bilmek lazım. Pasajı bozarsın ama en son sesi müthiş çaldım diye gösterirsin. Bu da bir artistik taraf. Mizah duygumu kaybetseydim hayat daha zor olurdu.
Ayla Erduran (keman)& Birsen Ulucan (piyano) konseri 19 Haziran Cumartesi saat 20.00'de Sabancı Müzesi The Seed'de.
Zincirler ve kapalı uçlarla işi gücü olmayan bir ruh Birsen Ulucan Tıpkı 'özgür ve spontan' diye bahsettiği keman virtüözü Ayla Erduran gibi. 2008 yılında kardeşleri Ayşen ve Özcan Ulucan ile kaydettiği 'Bir Ağaç Gibi' albümünden üç yıl sonra, kişisel demeyi tercih ettiği ilk albümünü Medtner, Prokofiev, İnci Yakar ve Fazıl Say'ın besteleri ile Evrim Demirel'in uyarlamasından oluşan bir repertuvar üstüne oluşturdu ve bu albüme 'Masallar Rüyalar Fısıltılar' adını vererek Lila Müzik etiketiyle yayımladı. Sadece piyanosunun başındayken değil konuşurken bile çocukluğumdan gelen en doyamadığım masalları anlatan, en tatlı sözleri fısıldayan ve hiç biri yokken bile hepsini hatırlatan Birsen Ulucan ile zaman yine çabuk geçti, Ve sohbetin sonu döne dolaşa Oscar Wilde'm 'Bülbül ve Gülüne bağlandı.
Albüm çok güzel olmuş da biraz cesur sayılabilir. Repertuvar ve düzenlemeler acaba fazla mı eklektik?
Farkında bile değilim, İçimden geleni yaptım. Ne istediğimi biliyordum. Başta sadece genç Türk bestecilerini düşünüyordum. Fakat kültürlere inandığım için, aynı prensiple hem tek başıma olmayı hem de başkalarıyla bunu paylaşmayı çok istedim, Halk müziğini, hele ki Rumeli türkülerini halam söylerdi, ben çok severim. Klasik müzik deyince de illa bir sınıflandırma oluyor ama bir ömür yetmez ki ona. Fikir olarak bütün bunları birleştirmek istedim. Türküleri çok iyi bilen birine vermeliydim. Mesela Evrim Demirel. Ve bu albüme solo CD denilmesini de istemiyorum açıkçası. Bu benim ilk kişisel albümüm. Tek başıma olduğum kadar paylaşmayı da seviyorum. Bazı enstrümanlar beni çok etkiliyor. Mesela seni artık daha iyi anlıyorum kemençeden ötürü. Hüzünlü bir insan sesi, sanki bir tek bana sesleniyormuş gibi. Diğer enstrümanlar için de geçerli. Babam cerrahtır ama 1 'Klasik müzik bir evrendir'' diyerek bizi o yönlendirdi. Böyle arabada ıslıkla Şostakoviç çalar, aynı anda bir türküye geçerdi. Ya da gurbetten geldiğinde eline sazını alır biz bir tarafta bangır bangır piyanolar çalarız, ev tam bir tımarhaneye döner.
İlk parça olan Medtner'in Masallar mı tabii Yaprak (Sandala) önerdi, değil mi?
Yaprak 20 yıllık arkadaşım. Konserler öncesinde mutlaka çalarım ona, çünkü mutlaka bir şey söyler. Biz yorumcular yorumlara konsantre olurken kaçırabiliyoruz. Yaprak da piyanist ama araştırmacı tarafı çok kuvvetlidir. Bir gün bana Medtner diye bir besteci var diyerek notaların başına şöyle bir not ekleyip göndermiş, "Canım arkadaşıma, masallar hayatımızdan hiç eksik olmasın''. Ben masallan çok sevdim. Notanın bile üstünden masal okurdum.
Peki piyano için yazmış olması dışında bu tabiri caizse konsept albüme Prokofiev almaktaki temel fikir ne?
Zıtlıkları seviyorum. Aynı istikamette giderken bir yerde bir viraja girmeyi, dönüp başka yerlere götürmeyi seviyorum. Masallar, rüyalar derken fısıltıları Prokofiev'le buluyorum. Ve tabii sıralama çok önemliydi, Anılar, ilham, sonradan ümitsizliğe düşmek ve en sonunda şeytani telkinler beni çok etkiledi. Prokofiev'in kişiliğiyle ilgili bu. Başkaldırı. Savaş. Beethoven'da da var.
Başkaldırıyı çözdüğümüze göre Fani Say'ın Nasreddin Hoca Dansları ne oluyor?
Fazıl Say'da caz öğeleri her zaman var. Halk kültürüyle ilgili bilgisi de var. Ve bu arada çok perküsif kullanıyor piyanoyu. Net ve sertlik içinde. Fiziksel olarak rahat değil, güç istiyor onun besteleri. O yaşayan ve dünya çapında bir besteci, hem de çok provokatif, Ben de provoke edilmeyi seviyorum.
Bu arada bu albüm kartonetindeki fotoğrafların da provokatif.
Burada sentezler bambaşka olduğu için onay verdim, bir tür karnaval gibi. CD kapağı da öyle. Bu klasik müzik CD'si de olabilir başka bir şey de. Aldanıp da alabilirsin, bakalım hayal kırıklığına uğrayacak mısın? Ben müziği bütün olarak görmekten yanayım, Müziği bu türlü algılayanlara ancak güveniyorum. Öbür türlü eksik kalıyor, Bir insanın bazı özelliklerini sevip bazılarını sevmeyince onu tamamen reddetmeyi sağlıklı bulmam. İstediğim şeyi yaptım yani. Zorunlu olduğum için ve ilginç olmak adına yapmadım.
Bize en sevdiğin masalı anlatır mısın?
O işte beni ele verir, çok verir. Onu söyleme. Ama bak Oscar Wilde'm bir şairden bahsettiği bir masalı var, Zengin bir kıza âşık, Kız çok kaprisli olduğu için kış ortasında kırmızı bir gül istiyor. Şair de bulamıyor tabii. Ağlayarak uykuya daldığında onu duyan bir bülbül var. Bülbül de onu seviyor. Sair sabaha kadar bir gül bulmasını gerektiğini söylüyor. Bülbül dolaşa dolaşa sonunda bir beyaz gül görüyor. Beyaz gül diyor ki, tek bir çare var ama hayatınla ödemelisin. Sen dikenimi kalbine saplamalısın. Senin kanınla ben kırmızı bir güle dönüşebilirim. Aynı zamanda da en güzel şarkılarını söylemelisin, Bülbül saatlerce en güzel şarkısını söylüyor. Sonunda ölüyor ama ölmeden önce şaire o kırmızı gülü de taşıyor. Uyandığında şair kırmızı gülü görüyor. Zengin kıza götürüyor ama zengin kız çoktan kendisi gibi zengin birinin teklifini kabul ettiğini söyleyip şaire sırtını dönüyor, Oscar Wilde tabii bunu güzel anlatıyor ama sonuçta birçok öğe var arkasında.